9 Aralık 2013 Pazartesi

MİMAR BRUNO TAUT ve TÜRKİYE

(Kısmen Sn.Mimar Önder Kaya'nın yazısından alıntılanmıştır)
Bruno Taut ve F.Hillenger Akademi öğrencileri ile - 1937
                                                                
Bruno Taut, 4 Mayıs 1880’de genç Alman İmparatorluğu'nun Baltık Denizi kıyısında kalan Prusya bölgesindeki Könnigsberg şehrinde doğdu. Hayata gözlerini açtığı kent, aynı zamanda meşhur Alman filozofu Kant’ın yaşama gözlerini yumduğu yerdi. Hatta Taut’un okuduğu lisenin bahçesinde bu ünlü Alman filozofun mezar taşı bulunmaktaydı(3). Taut, Könnigsberg’de Yapı Meslek Okulu’nu bitirdikten sonra Berlin’e gelmiş ve burada çeşitli bürolarda çalışmıştı. Aynı zamanda Berlin Üniversitesi’nde kent planlaması alanında da dersler almıştı. 1909’dan itibaren kendi bürosunu açarak çalışmalara başlayan Taut, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar ülkesinde çeşitli projelere imza attı. Alman Werkbund'un en eski üyelerinden biri olan Taut modernizmin en önemli mimarlarından sayılır. Deutscher Werkbund 1907 yılında Münih'te sanayileşme ve modernizasyon süreci içindeki historizme ve kültür yozlaşmasına bir protesto olarak önde gelen mimarlar, sanayiciler tarafından kuruldu.

Cam Pavyon-Glashaus- Köln Werkbund Sergisi - 1914

Savaş sonrasında ülkede ekonomik durumun bozulması sebebiyle Moskova’ya gitmesi, ilerleyen yıllarda kendisinin ‘Komünizm’le itham edilmesinin ve Nazilerin iktidara gelmesi sonrasında dışlanmasının önünü açtı(4).
1921’de yeniden ülkesine dönen Taut, her vesile ile silahlanmanın ve yeni bir savaş macerasının karşısında yer aldı(5). Bu tutumu takınmasında hem kişiliğinin, hem de doğduğu bölgenin savaş sonrasında Almanya’da koparılmasının önemli etkisi olduğu tahmin edilmekte. Almanya’da bulunduğu süre içerisinde Magdeburg kentinin yeniden yapılandırılması sırasında baş mimar olarak görev aldı. Sonrasında da Charlottenburg Teknik Yüksek Okulu’nda dersler verdi(6). Bu arada ilerleyen yıllarda Türkiye’de olduğu gibi kendi ülkesinden de pek çok okulun inşasına imza atarak bu alanda uzmanlaştı. 1932’de tekrar Moskova’ya gitti ve kısa bir süre sonra yeniden Berlin’e döndü. 1933’te Nazilerin iktidara gelmesi üzerine Japon Uluslararası Mimarlık Derneği’nden aldığı bir davetle Uzakdoğu’nun yolunu tuttu.
Burada kaldığı üç buçuk yıllık zaman zarfında Japon mimarisini gözlemleyen Taut, bu gözlemlerini Türkiye yıllarında gerçekleştireceği projelere de yansıttı. Söz konusu etkinin en bariz yansımasını, Ortaköy sırtlarındaki Bruno Taut Evi’nde gözlemlemek mümkündür. 1930’ların sonunda Bruno Taut’un kendisi için tasarladığı bu konut, Boğaz manzarasını en güzel açıdan görecek şekilde inşa olunmuştur. Yapı, Budist tapınaklarının yani pagodaların mimarisine olan benzerliği ile hemen akla Uzakdoğu’yu getirir(7). 
Bruno Taut evi - Ortaköy

Yine de Taut’un Japonya yıllarının özellikle son evresinin ciddi sıkıntılarla geçtiği biliniyor. Bu sebeple Türkiye’den gelen çalışma teklifini büyük bir sevinçle karşılamıştı(8).

TAUT İSTANBUL’DA
Esasen Taut’un İstanbul’la ilk teması 1916 yılına kadar gider. Bilindiği üzere Kayzer II. Wilhelm döneminde Osmanlı devleti ile yakınlaşma süreci içine giren Almanya, imparatorluğun başkentine daha bir önem atfeder olmuş, ilişkilerin olumlu yönde seyri için de bir dizi kültürel girişimde bulunmuştu. İşte bu teşebbüsün bir parçası olarak 1916’da İstanbul’da bir Türk-Alman Kültür Evi açılması için proje yarışması başlatılmış, Taut da açılan müsabakaya katılmıştı9. Her ne kadar projesi seçilmese de, en azından bu vesile ile Türkiye’deki çevreler nezdinde kendisinden bahsedilir olmuştu. Nitekim bu yarışmasının jüri heyetinde Türk mimarisinin iki duayen ismi olan Mimar Kemalettin ve Vedad Tek beyler de bulunuyordu(10). 
Mimar Kemalettin Bey (1870 - 1927)

Taut’un ikinci İstanbul tecrübesi ise Kasım 1936’da başladı(11). Aldığı davet üzerine Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık bölümün başına geçen Taut’un, kısa bir süre sonra akademi başkanı Burhan Toprak ile arasının açıldığı biliniyor. Bu durumun temel nedeni Taut’un Akademi’ye yönelttiği bir takım eleştirilerde yatıyordu. Ona göre Akademi’deki dersler çok teorikti. Hâlbuki özellikle mimarlık öğrencileri için pratik uygulamalar en az teori kadar hatta yeri geldiğinden ondan da önemliydi(12). 
İsmet İnönü - Rudolf Belling - Burhan Toprak


Taut, statik ve çerçevesi çizilmiş bir Türk mimarisi yaratma fikrine de karşı çıkıyor, mimarın ve sanatçının farklı kültürlerden etkilenmesi gerektiğinin, hatta bunun zorunlu olduğunun altını çiziyordu(13). Yine Taut’a göre akademinin temel direği mimari olmalıydı. Resim, heykel, geleneksel sanatlar gibi diğer kollarda eğitim gören 215 öğrenciye karşılık 95 mimarlık öğrencisi vardı ki, bu da yeterli olmanın çok uzağındaydı(14). 

Güzel Sanatlar Akademisi - İstanbul

Tüm bunlara ilaveten Burhan Toprak ve bazı Türk akademisyenlerin de akademideki yabancı ağırlığından rahatsızlık duydukları da bir gerçekti(15). Tüm bunlara rağmen en azından görevinin ilk yıllarında Taut’un Türkiye’de bulunmaktan fazlasıyla mutlu olduğu yakın dostlarına yolladığı mektuplardan anlaşılmaktadır. Bir Japon meslektaşına yazdığı mektupta “Özgürce mimarlık yapıyor ve ders veriyorum. Dış etkiler açısından özgürüm, çünkü Atatürk uzmanlık alanlarına karışmıyor” demişti(16). Taut’un Türkiye’deki bir diğer şansı da dönemin Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarı Cevat Dursunoğlu’nun kendisine verdiği tam destekti. Nitekim Taut, çoğu zaman karşısına çıkan bürokratik engelleri doğrudan bakanlığı devreye sokarak giderebiliyordu(17).
Taut, her ne kadar İstanbul’da ders veriyor olsa da eserleri daha ziyade Anadolu’da hayata geçirildi. Bu projelerin daha ziyade Taut’un, Almanya yıllarında üzerinde uzmanlaştığı eğitim kurumları alanına yoğunlaştığı gözlemleniyor. Taut’un Türkiye’de inşa ettiği en önemli eserlerden biri Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi binasıdır.

Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi - Ankara - Bruno Taut


Planı Taut tarafından yapılan bu binanın inşası onun zamanında da devam etmiş, 1936’da başlanan inşaat 1940’da sona ermiştir. Taut, bu eserinde yerel mimari unsurlara da yer vermiş, binanın ön cephesini Ankara taşı ile kaplamıştır(18). Taut’un diğer önemli eseri ise Trabzon Lisesi’dir. Eseri inşa etmeden önce 1937 Mayısı’nda Trabzon’a gelmiş ve bölgede inceleme yaptıktan sonra okulun projesini çizmiştir. Taut’a göre yaşam mekânı ve kültür birbirine derinden bağlıdır. Bir bölgenin kültürü, coğrafi özellikleri anlaşılmadan, mimari yaşam alanı çizilemez(19). Trabzon ziyareti biraz da bundan olsa gerek.

Trabzon Lisesi - Bruno Taut

ATATÜRK’ÜN KATAFALKI
Taut’un Türkiye’deki son eseri ise Atatürk’ün cenazesinin Ankara’ya getirilmesinden sonra TBMM önünde kurulacak olan katafalkın inşa projesidir. Atatürk’ün ebedi istirahatgâhının henüz ortada olmadığı bir dönemde, cenazesinin Etnografya Müzesi içinde hazırlanacak bir katafalka konulması kararlaştırılmıştı. Ancak bunun öncesinde TBMM’de bir tören yapılması ve bu tören sırasında da Atatürk’ün naaşının bir katafalka konulması planlanmıştı. İşte bu katafalkın inşası için Taut görevlendirilecektir.

Ulus'taki Katafalk önünden yapılan resmi geçit  - 20 Kasım 1938
Katafalk Ulus'taki Ankara Palas'ın karşısındaki 2. Meclisin önünde kurulmuştu (solda)

Katafalkın hazırlanması görevinin Taut tarafından ziyadesiyle önemsendiği biliniyor. Hatta kendisine proje için teklif edilen 1000 liralık bir ödemeyi de geri çevirmiş, bu iş için para teklif edilmesinin dahi kendisini üzeceğini ifade etmişti. Yaptığı işin karşılığında belediye başkanınca kaleme alınacak ve çocuklarına bırakabileceği küçük bir teşekkür mektubu rica etmişti(20). Mesleki gelişimini işçi konutları ve eğitim mekânları üzerine kurgulayan Taut, son projesinde de benzeri bir idealizm göstermişti. Taut, yetkililerin isteği üzerine 15 Kasım 1938 tarihinde ve bir gece içerisinde planı hazırlar. Taut’un hazırladığı katafalk, 20 Kasım 1938’de TBMM’de yapılan törende haklı bir beğeni toplar(21).


Atatürk'ün naaşı Bruno Taut'un yaptığı katafalka yerleştiriliyor

Taut’un özellikle 1938’in yaz mevsiminden itibaren gerek Akademi müdürü Burhan Toprak ve bazı Türk akademiysen çevrelerle yaşadığı reform süreci tartışmaları ve gerekse de sıcağın etkisiyle nükseden bağırsak rahatsızlıkları sebebiyle epey yorgun düştüğü biliniyor22. Katafalk projesinde de bu rahatsızlığı bir kat daha arttı ve projenin planını gerçekleştirdiği 15 Kasım gecesini uykusuz geçirdi. Bu durumun da etkisiyle hastalığı daha da şiddetlenen Taut, 24 Aralık 1938’de yani Noel gecesinde hayata gözlerini yumdu(23). Cenazesi İstanbul’a getirildikten sonra ilginç bir şekilde Edirnekapı Şehitliği’ne gömüldü. Hâlbuki bu durum tarihsel süreçte mecburiyet olmadığı müddetçe gözlemlenebilen bir durum değildi. Taut’un Müslümanlığa geçmediği biliniyor. Ayrıca o dönemde de İstanbul Feriköy’de hem Protestanlar için hem de Katolikler için ayrı ayrı mezar alanları bulunmaktaydı. Taut’un tam olarak hangi inanca mensup olduğuna dair bir veriye ulaşamadım. Ancak Cumhuriyet gazetesi onun ölümü hakkında bilgi verirken Yahudi olduğuna dair bazı göndermeler de bulundu(24).


HASTALIĞI VE ÖLÜMÜ
Taut hakkında ciddi bir çalışma kaleme alan Hülya Yalçın, bu gömü işleminin Taut’un vasiyeti üzerine yapıldığını söylüyor(25). Ancak bir Alman mimarın Edirnekapı şehitliğine gömülmeyi vasiyet etmesi pek akla yakın gelmiyor. Bazı kaynaklarda ise gömü işleminin dönemin reisi-i cumhuru İsmet Paşa tarafından kendisine duyulan minnetin bir tezahürü olarak yaptırıldığına dair kayıt var. Her halükarda bu işlem alışıldık olmanın çok dışında ama kesin olan bir şey var ki Taut, Yusuf Akçura, Mehmet Akif Ersoy gibi Türkçü-İslamcı iki isme son derece yakın bir mesafede son uykusuna çekilmiş vaziyette. Mezar taşına ulaşmak ise biraz zor. Zira mezar taşı alışıldık biçimde değil, bir lahit kapağı şeklinde ve yere paralel olarak tasarlanmış. Üzerinde ise 4 Mayıs 1880-24 Aralık 1938 ibareleri okunuyor. Ayrıca lahit kapağında gizemli bir de ayak izi var. Bu kimin ayak izidir ve niçin bırakılmıştır sorusu da ayrı bir muamma. Bazı araştırmacılar bunu Türkiye’de iz bıraktığının delili olarak okumayı tercih ediyorlar(26).  
Bruno Taut'un mezarı 

Dönemin gazeteleri Taut’un ölüm haberini vermelerine rağmen neden dolayı bir Müslüman mezarlığına defnedildiğini açıklamamaktadır(27). Taut’un ölüm haberi Cumhuriyet gazetesince adeta geçiştirilir. Gazete, Taut’un Yahudiliğine gönderme yapmakta ve bir iki satırlık haberle iktifa etmektedir. Olayın son derece kısa bir haberle geçiştirildiği görülür(28). Muhtemelen bunun nedeni gazetenin o günlerde Yahudiler aleyhinde yaptığı yayınları arttırmasından olsa gerek(29).
Öte yandan Kurun gazetesi Taut hakkında oldukça detaylı ve ilgi çekici bilgiler verir. Gazetenin haberine göre Taut, bilhassa toplu konut projelerinde görev aldığı için Cumhuriyet’in ilan edildiği tarihte 12 bin konuta imza atmıştı. Yine aynı gazete Taut’un cenazesi hakkında teferruatlı malumat aktarır. Bu bilgilerin benzerine Tan gazetesinde de tesadüf etmek mümkündür. Her iki gazetenin haberine göre Taut’un cenazesi Ankara’dan İstanbul’a getirilmiş ve 26 Aralık günü önce görev yaptığı Fındıklı’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nde bir tören yapılmıştır. Saat 13.30’da başlayan törende konservatuar hocalarından Lika Amar kemanı ile matem havası çalmış, ardından da Kültür Bakanlığı şube müdürlerinden Kudsi Tecer Bey(30), Taut hakkında kısa bir konuşma yapmıştı. Tecer konuşmasını, “Sanatkâr susuyor, ancak hatıraları daima konuşacaktır” sözleri ile tamamlamıştı. Fakülte adına Profesör Leopold Levy konuşurken mimarlık şubesinden Selçuk adlı bir talebe de, öğrenciler namına kısa bir konuşma yapmıştı(31).
Sonrasında naaş, Edirnekapı şehitliğine taşındı. Burada ise Tatbikat Bürosu şef muavini Şinasi Lugal, Taut’un mesaisinden bahseden kısa bir konuşma yaptıktan sonra naaş mezara defnedildi. Hâsılı kelam Taut’un eserleri kadar defin meselesi de onu araştıranların ilgisini çekmeye devam ediyor.


KAYNAKÇA
Önemli bir kaynak linki  ;Bir Başkentin Oluşumu. (Alman, Avusturya,İsviçreli Mimarların Ankaradaki İzleri)
http://www.goethe.de/ins/tr/ank/prj/urs/geb/bil/phi/trindex.htm

Afife Batur; “Katafalk; Ölümün Draması-Duygusal ve Zarif”, Atatürk İçin Düşünmek, İstanbul 1997, s. 18
Afife Batur; “Taut Evi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt: 7, İstanbul 1994, s. 227
Cumhuriyet Gazetesi, 25 ve 26 Birincikanun 1938
Reşat Ekrem Koçu; “Edirnekapusu Şehidliği”, İstanbul Ansiklopedisi, cilt: 9, İstanbul 1968, s. 4933-4935
Kurun Gazetesi, 26 Birincikanun 1938
Bernd Nicolai; “Bruno Taut’un Akademi Reformu ve Türkiye İçin Yeni Bir Mimariye Uzanan Yolu”, Atatürk İçin Düşünmek, İstanbul 1997, s. 32-36
Ümit Sarıaslan; Cumhuriyetin Mimarları, İstanbul (t.y.)
Manfred Speidel; “Bruno Taut Çalışmaları ve Etkisi”, Atatürk İçin Düşünmek, İstanbul 1997, s. 46-53
Tan Gazetesi, 26 Birincikanun 1938
Bülent Tanju; “Türkiye’de Farklı Bir Mimar: Bruno Taut”, Atatürk İçin Düşünmek, İstanbul 1997, s. 22-25
Hülya Yalçın; “Eyüp’te Bir Alman Mimar Bruno Taut”, IX. Eyüp Sultan Sempozyumu Tebliğleri,  İstanbul 2005, 645-657
Erdem Yücel; “Edirnekapı Şehitliği”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt: 3, İstanbul 1994, s. 133



30 Nisan 2013 Salı

YEDİ ŞEHİTLER ANITI - GÖMEÇ'TE BİR TARİH

  
Yedi Şehitler Anıtı


İzmir-Çanakkale Yolunda Anıtın Krokisi


   2005 yılında bir akşam üstü oğlum Mert Kansu'nun önerisi üzerine Karaağaç-Gömeç yolu üzerinde bulunan Yedi-Şehitler Anıtını ziyaret etmek istedik. Çanakkale-İzmir karayolundan saparak Karaağaç köyünün güneyinde bulunan bir tepede bulunan anıt'a gittiğimiz zaman anıtın kapısı kilitli idi. Bizi gören civardaki köylülerden birisi hemen gidip kapının anahtarını getirdi. Aşağıda Aziz Nesin'den alıntıladığımız hikayenin benzerini anlatarak bize top mermisininin isabet ettiği evi de göstermek istediler.
   Vaktimiz olmadığı için bu evi göremedik ama bu anıtı ziyaret ederek 1919 da vatan savunması için şehit olan erlerimiz  için dua ettik. 1936 yılında yılında yapılan bu anlamlı anıtı bu yoldan geçen vatanseverlerinde ziyaret edeceğini ümit ediyorum.
    Aşağıdaki satırlarda Aziz Nesin'in çocuk kitapları serisinden çıkan "Borçlu Olduklarımız" isimli kitabından bu anıtın hikayesi ile ilgili bölümü aktarıyorum;


    Burhaniye İlçesi ile Ayvalık İlçesi arasındaki yol üzerinde Karaağaç adlı bir köy vardır. Kurtuluş Savaşımızdan önce Karaağaç Köyünde Türkler’le Rumlar bir arada, hiç kavgasız gürültüsüz çalışıp yaşamaktaydılar. 

     Karaağaç Köyü, denize doğru eğik bir sırt üzerinde kurulmuştur. Köy evlerinin bulunduğu arazi kuzeye doğru yükselir. Köyün üst başındaki ağaçlıklı tepede bir anıt vardırt. Bu anıta yaklaşırsak, anıt taşında şu yazıtı okuruz: 


"Yurttaş! Kurtuluş Savaşı başlangıcında Ali Çetinkaya’nın kumanda ettiği Yüzyetmişikinci Alay erlerinden 16-7-1919’da şehit düşen yedi er burada gömülüdür. 23-9-1936" .

 Adlarına anıt dikilen bu yedi erin 1919'da nasıl şehit edildiklerini anlatalım;
     Ayvalık koyundaki Yunan savaş gemilerinden Yunan askerleri karaya çıkmış ve Yunanlılar Ayvalık’ı işgal etmişlerdi. Bunun üzerine Ayvalık’taki Yüzyetmişikinci Alay Komutanı Yarbay Ali Bey, alayını Araplar köyüne çekti. Yakındaki Karaağaç köyüne de şu haberi ulaştırdı: “Yunan askeri Ayvalık’ı işgal etti. Askerimiz düşmana karşı koymaktadır. Allahını, peygamberini, yurdunu seven yardıma koşsun!” bu haber üzerine, Karaağaç Köyü camisindeki sancak, köyün altındaki yola çıkarıldı. Köyün yaşlısı genci, eli silah tutan her erkeği, bıçağını, nacağını çiftesini, mavzerini, tabancasını, tüfeğini, hiçbir şeyi olmayan olmayan da sopasını kapınca evlerinden dışarı uğrayıp sancağın altında toplandı. Oğlan çocukları da düşmana karşı savaşmak için oraya gelmişlerdi. Ama onyedi yaşından küçük olanları “Hadi köye dönün! Askere giden, savaşa giren babalarınızın yerini alın! Onların işlerini görün! Ananızı, bacınızı gözetin! Tarla işine, mala, hayvana bakın!” diye zorla geri çevirdiler. 
    Orada toplanan Karaağaç Köylüleri, önce yakındaki Gömeç Köyüne, sonra da Murateli Köyüne gidip Türk Birliğine katıldılar. Yüzyetmişikinci Alay’ın ve gönüllülerden kurulu Milis Alayının ereği, işgalci Yunan askerlerinin ilerlemesini önlemek için onları oyalamak, zaman kazanmaktı. Bu görevi yerine getiren Yüzyetmişikinci Alay bir zaman sonra Karaağaç Köyüne geri çekildi. Karaağaç Köyü’nün güneyinde, köyün Ayvalık’a bakan sırtlarında siperler kazıldı. Yüzyetmişikinci Alay Komutanı Yarbay Ali Bey, Karaağaç Köyündeki evlerden birini Alay Karargâhı yapmıştı. Karaağaç Köyünün karşısında, Körfezde bir Yunan gemisi demirlemişti. 
     Bu savaş gemisi köyden görünmekteydi. Türk askerlerinin bulunduğu siperlere, körfezdeki savaş gemisinden sık sık top ateşi açılmaktaydı. Yüzyetmişikinci Alay’ın yalnız bir yedibuçukluk topu vardı. Bu küçük top mermilerinin, körfezin uzağında demirli Yunan savaş gemisine etkisi olamıyordu. Düşman, casuslar aracılığıyla Karaağaç Köyündeki Yüzyetmişikinci Alay karargahının yerini kesin olarak saptamıştı. 1919 Yılının 16 Temmuz günüydü. Saat 13’tü. Alay karargahındaki altı er öğle yemeklerini daha yeni yemişlerdi. 
     Evin sofasında oturmuşlar, sigara içip söyleşiyorlardı. Alay karargahının yerini kesinlikle saptamış olan Yunan gemisinin süvarisi, Türk Alay karargahını topçu ateşiyle yıkmak ve içindekileri de öldürmek için tam bu zamanı beklemekteydi. Yarbay Ali Bey’in de öğle yemeği zamanında karargahta bulunacağını hesaplamışlardı. Oysa o sırada Ali Bey karargahta değildi, cephede siperlerdeydi. 
     Yunan Savaş gemisinden atılan bir top mermisi, Yüzyetmişikinci Alay Karargahına tam isabet etti. Yapının önü açık tahtaboştu, buradan giren top mermisi, sofada oturmuş söyleşen altı Türk eri de vurularak şehit düşmüştü. Karargahta şehit düşen altı erle, siperde vurulup şehit olan eri, üstlerinden giysilerini çıkarmadan, Karaağaç Köyü sırtlarında bir yere toprağa gömdüler. Burası yedi şehitler mezarı oldu. Alay Karargahı düşman düşman gemisinden atılan top mermisiyle top mermisiyle yıkılınca Ali Bey karargahını yine köyde başka bir eve taşıtmıştı. Ali Bey, gereksiz gelip gidenlerin zamanını almamaları için, bir kağıda kendi eliyle “İşi olmayan giremez!” diye yazıp bu kağıdı yeni karargahındaki odasının kapı yanına, duvara asmıştı. Düşmanı oyalama görevini yerine getiren Yüzyetmişikinci Alay Karaağaç Köyünü boşaltarak Dereköy’e çekildi. Bunun üzerine Yunan kuvvetleri Karaağaç Köyüne girdi, birbuçuk yıl bu köyde kaldılar. Yarbay Ali Bey, Dereköy’de yeni alay karargahını kurmuştu. Karaağaç Köyündeki Türkler de Yunan işgalinden sonra köylerini boşaltıp Dereköy’e göçettilerse de, bir süre sonra yine kendi köylerine döndüler. Yunan işgali altında da eskiden olduğu gibi Rumlar’la birlikte yaşamlarını sürdürdüler. 
     Karaağaç Köyünü işgal eden Yunan Birliğinin komutanı Serezli Albay Malaki köyde kendisine bir ev bile yaptırmıştı. Çok Sonraları Karaağaç Köyünde Muhtarlık da yapmış olan Mehmet Metin, işgal günlerinde on yaşında bir çocuktu. Mehmet Metin, köyünün Yunan işgalindeki o acı günlerini şöyle anlattı: “Yunan askerleri köyümüze girmeden önce, biz köyümüzde Rumlarla birlikte iyi geçinip yaşamaktaydık. Köyümüzde biri Türk, biri Rum olan iki korucumuz, iki de gece bekçimiz vardı. Yine köyümüzün iki muhtarından biri Türk, bir Rum’du. Köyümüzde Rumlar’la oldum olası iyi geçinirdik. Hatta hiç unutamadığım şöyle bir olay da olmuştu. Köyde Türkler’den erkek olarak biz çocuklarla, bir de çok yaşlılar kalmıştı. 
     Eli silah tutan her erkek gönüllü savaşa katılmıştı. Biz çocuklar geceleri geç saatlere dek köy kahvesinde oturuyorduk. Bir gece yine kahvedeydik. Rum Muhtar kahveye girip bizi orda görünce şöyle dedi: ”Çocuklar, bana acıyın! Şimdi Yunan askerleri buraya uğrar da geç saatlere dek burada kalıp yasağa uymadınız diye sizleri alıp götürürse, sonra ben ne yaparım! Yarın ana-babanıza ne derim? Hadi dağılın çocuklar, evlerini, evlerinize gidip yatın!” Rum Muhtar bize böyle yalvarırken sesi titriyordu. Elliüç yıl önceki bu olayı duygulanarak anlatan Mehmet Metin bir de şöyle bir olay anlattı: “Ordumuzun büyük taarruzundan sonra Yunan ordusu bozulmuştu, Yunan askerleri kaçıyordu. Kaçarlarken de geçtikleri yollar üstündeki bütün köylerimizi, kasabalarımızı yakıp yıkıyorlar, taş taş üstünde bırakmıyorlardı. Yunan askerleri bizim buradan geçip Ayvalık’a giderlerken, bizim köyün Rum Muhtarıyla yine bizim köyün yaşlılarından Nikola, köye yaklaşmakta olan Yunan birliğine karşı çıktılar. Biz çocuklarda oradaydık. Rum muhtarla yaşlı Nikola, Yunan birliğinin komutanı, -Peki öyleyse… Askerlerimiz susuzdur, onlara su verin! Dedi. Köylüler Yunan askerlerine su verdi. Onlar da Karaağaç Köyünü yakıp yıkmadan geçip gittiler. 
     Bizden sonraki Gömeç Köyü de yakılıp yıkılmaktan kurtuldu.” Çocukluk anılarını böylece anlatan Mehmet Metin şu sözleri de ekledi: “Devletsiz millet ne demekmiş, nasıl olurmuş, biz o acı günleri gördük, yaşadık. Tanrı milletimize o günleri bir daha göstermesin!” Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılmıştı. Arkasından padişahlık yıkılmış, Cumhuriyet kurulmuştu. Aradan yıllar geçmişti. Bir zamanlar 172’nci alay komutanı olan Yarbay Ali Bey ordudan ayrılmıştı. Çetinkaya Soyadını almıştı. Cumhuriyet hükümetinin Bayındırlık Bakanıydı. Ali Çetinkaya, 1936 yılında Yurt gezisine çıkmıştı. Bir zamanlar Yunan ordusuyla savaştığı Burhaniye – Ayvalık bölgesine de gidecekti. Yarbay Ali Bey’in savaşta karargahını kurmuş olduğu Karaağaç Köylüleri, Bayındırlık Bakanının oralara geleceğini duyunca çok sevinmişlerdi. 
     Ali Çetinkaya’yı çok görkemli bir törenle karşılamak istiyorlardı. Bu arada, Ali Bey’in karargahında şehit olup da köy sırtlarında bir yere gömülen Yedi Şehitler için bir anıt dikecekler, Ali Bey’in oraya geldiği gün de anıtın açılışını yapacaklardı. Anıtın planını Vehbi Kalfa çizmişti. Ali Bey’in gelişine dek, anıtın yapımı bitirilmeliydi. Karaağaç Köylüleri elbirliğiyle anıtın yapımına giriştiler. Karaağaç Köylülerinin bir niyetleri daha vardı. Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya’ya rica edip, Burhaniye – Ayvalık yolunun, bir zamanlar alay karargahının bulunduğu kendi köylerinden geçmesini isteyeceklerdi. Ali Çetinkaya, Karaağaç köylülerinin bu dileğini elbet yerine getirirdi. Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya 1936 yılının 1 Eylül günü, Ayvalık’a giderken Karaağaç Köyüne uğradı. Kadını, erkeği, çocuğu, ergini, yaşlısı, genci yol boyuna karşılayıcı çıkmışlardı. Ali Çetinkaya’yı görünce hepsi sevinçten, coşkudan ağlamaya başladı. Ali Çetinkaya’yı Yedi Şehitler Anıtı’na götürdüler. 

Yedi Şehitler Anıtı 

    Kurtuluş Savaşı’nda asker ve gönüllü olarak o’nun buyruğunda çalışmış olan Karaağaç Köylüleri Yarbay Ali Bey’in kişiliğini şöyle anlatıyorlar: “Rahmetli, sözü kıt bir adamdı, çok az konuşurdu. Yüzü de hep gölgeliydi, hiç gülmezdi, pek sertti.” Yedi Şehitler Anıtı’nın açılışında kordelayı kesip konuşurken, işte böyle bir kişiliği olan Ali Çetinkaya’nın gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Yedi Şehitler Anıtı’nın açılış töreninden sonra hep birlikte, düşmanın top mermisinin isabet ettiği alay karargahına geldiler. Top mermisinin deldiği duvardaki delik olduğu gibi duruyordu; öylece korumuşlardı. (Bugün de o duvardaki mermi deliği eski durumundadır, sokaktan geçerken görünmektedir.)
    Duvarda merminin açtığı delik duran eski karargahtan, Ali Bey’in Karaağaç Köyü’nde ikinci kez alay karargahı olarak kullandığı eve gittiler. Bu evde, odalardan birinin kapısı yanındaki duvara bir karton yapıştırılmıştı. Evin sahibi bu kartonu kaldırınca, altından yazılı kağıt çıktı. Kağıtta “İşi olmayan içeri giremez! Yazılıydı. Ali Bey’in onyedi yıl önce bu sözleri yazdığı kağıdı, üstüne karton kapayarak, ev sahibi o zamandan beri korumuştu.
     Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya, onyedi yıl önceki yazısını, o günlerin anısını görünce, kendini tutamayıp ağladı. Köylülerin sevgi, saygı gösterileri arasında, Ali Çetinkaya onlardan ayrıldı. Karaağaç Köylüleri, Ali Çetinkaya’yı bikez daha aralarında görmekten, O’nu karşılayıp ağırlamaktan, O’nunla konuşmaktan öyle sevinçli, öyle mutlu ve coşkuluydular ki, O’na yolun köylerinden geçmesi için rica etmeyi bile unutmuşlardı. Karaağaç’ın yaşlıları o gün için şöyle diyorlar:--- O gün öyle bir gündü ki, yolu beli hangimiz düşünüyorduk… Yol, köyden geçmiş n’olacak, geçmemiş n’olacak… Bunları söyleyen yaşlı Karaağaçlı’nın gözleri yine buğulanmıştı.

   
Kaynak : Borçlu Olduklarımız, Aziz Nesin, Adam Yayınları-1993            



2005 yılında Karaağaç köyündeki bu güzel şehitliği ziyaret eden Mert Kansu aziz şehitlerimizin ruhunu şad etmiştir.



21 Nisan 2013 Pazar

Tarihi Binalar ve Arçelik Klimalar

Tarihi Mirasların Silüetleri Serinlemek Amacıyla Takılan "Arçelik, Vestel" Klimalarla Bozulmalı mı ?


1- KASTAMONU HÜKÜMET KONAĞI

     Tarihi binaların klima ihtiyacının binanın silüetini bozmadan ve üstelik marka reklamına alet edilmeden giderilmesinin çağdaş yapı endüstrisinde yol ve yöntemleri vardır.
     111 yıllık tarihi Kastamonu Hükümet Konağının gibi bir kültür varlığının ÖN cephesine hangi gereksinme ve onayla olursa olsun böyle bir split klima montajının yapılamaması gerekir. Zannederim ayrıca koruma yasa ve koruma kurul yönetmelikleri de bu tür uygulamalara zaten izin vermemektedir.
     Üstelik en üst kademe bir kamu binasının Arçelik Klima reklamına bu suretle alet edilmesi hiç uygun kaçmamaktadır. 


     Umarım bu tür olumsuz örnekler diğer kültürel miraslarımızın  görüntüsünün bozulmasına emsal teşkil etmez.

Fotoğrafın Çekildiği
Yıl : 2012
Ay  : Haziran
Yer : Kastamonu
Bina: Hükümet Konağı

Mimarı : Vedat Tek
Binanın Yapıldığı Tarih : 1901
Binanın Yaşı : 111 yıl


Kastamonu Hükümet Konağı-2012


     Bu tarihi binanın giriş katında Kastamonu Kent Müzesi bulunmaktadır. Bu müzede bir kadirşinaslık örneği olarak  binanın Mimarı Sn.Vedat Tek'in büstü sergilenmektedir.



Aynı Binada Bulunan Kent Müzesinde Mimar Vedat Tek (1873-1942) Büstü


2- BAŞVEKALET VE VEKALETLER BİNASI

      Bu tarihi bina Ankara-Ulus'ta Valilik binası yanında bulunmaktadır. Bina Cumhuriyetin ilk Başbakanlık ve Bakanlıklar binası olarak 1950 yılına kadar hizmet vermiştir. Halen Başbakanlık Gümrük Müsteşarlığı olarak hizmet vermektedir. 
      Müsteşarlık gibi devletin en üst yönetim kademesindeki bir yönetime seviyesine haiz  bu nadir binaya hangi yetki ve düşüncelerle split ve pencere tipi klimaların takıldığı bilinmemektedir. Bina incelendiğinde hem eski hemde çok yeni klima montajları göze çarpmaktadır. Bu da tarihi esere olan duyarsızlığın uzun süredir devam ettiğinin bir göstergesidir. Binada Arçelik, Vestel ve ucuz uzakdoğu markalı klimalar markalarıyla tarihi pencereleri süslemektedir. 
     Alınan bilgiye göre bina yakın zamanda Devlet Konukevine çevrilecektir. Bugüne kadar binaya girip çıkan yöneticileri rahatsız etmeyen bu görüntüler inşallah binanın yeni sahiplerinin dikkatini çeker ve bu konuda tedbir almayı düşünürler..

Fotoğrafın Çekildiği
Yıl : 2013
Ay  : Mayıs
Yer : Ankara
Bina: Hükümet Meydanı

Mimarı : Ahmet Kemalettin Bey 
Binanın Yapıldığı Tarih : 1925
Binanın Yaşı : 88 yıl
Cumhuriyet tarihinin ilk Başvekalet Binası - Ulus- Ankara - 2013 


3- Diğer örnekler Hazırlanmaktadır.

20 Nisan 2013 Cumartesi

EDİRNE'DE SARICAPAŞA MAHALLESİ




Sarıcapaşa mahallesi-Edirne
     Osmanlı döneminde Vezirlik ve Deniz Komutanlığı yapmış olan Sarıcapaşa’nın (Sarucapaşa) emaneti olan Sarıcapaşa Mahallesi Edirne'nin en eski mahallelerinden birisidir.
     Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın mezarının da bulunduğu Sarıca Paşa Cami mahallenin önemli tarihi eserlerinden biridir. Kıyık caddesi tarafında bulunan Halk Eğitim Merkezi (İttihat ve Terakki Lokali), hemen bitişiğinde bulunan (Nimet-i Hürriyet Okulu) bu mahallenin son Osmanlı dönemine ait önemli yapıları arasında yer almaktadır.
 

Edirne Sarıcapaşa Camii- 2012





Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve Mezarı Hakkında ;

1635 yılında Merzifonda doğan Mustafa Paşa 1674 yılında Sadrazam oldu. 1682'de Avusturya'da yaşanan bir iç kavgayı fırsat sayarak bu ülkeye savaş açtı. 1683'te Viyana'yı kuşattı. Şehir alınamayıp gelen Haçlı kuvvetlerine karşı yenilgiye uğrayınca dönemin Padişahı tarafından Budin'de boğdurularak öldürüldü.
     Merzifonlu'nun kafasını keserek Edirne'ye getiren kişi de bir Edirneli olan Kapıcılar Kahyası Kazaz Ahmet'tir. Viyana'da bir müzede olan ve Avusturyalılarca sergilenen kafanın Merzifonlu'nunkiyle ilgisi yoktur.
     Merzifonlu'ya ait kesik baş önce Sarayiçi'nde Adalet Kasrı önündeki Seng-i İbret'te (İbret Taşı) sergilenmiştir.
     Mezar, Devlet Hastanesi yanındaki Sarıca Paşa Camisi avlusunda Melek İbrahim Paşa'nın mezarıyla yanyanadır.

 Mezarının kitabesinde şunlar yazılıdır:
 

Ser-i Serdar-ı Ekrem Sadrazam Mustafa Paşa
Edip rihlet cıvar-ı evliyada eyledi meva
Kusuru yoğ iken say-ü gazade min vech-i nevan
Şehidü hem sait oldu firdevs-i ebed sükna
1095-1684


Türkçesi:
Başkomutan, Sadrazam Kara Mustafa Paşa,
çevresini ermişlerin sardığı bir makama gitti.
Çok çaba gösterdiği savaşta yaptıklarından ötürü suçu yokken öldürüldü.
Şimdi ebediyen kalacağı, Cennetin Altıncı Bahçesinden sesi duyulan bir şehit oldu.


Halk Eğitim Merkezi - Eski Eski İttihat Terakki Lokali

Merzifonlu’nun kayıp kemikleri kilisede çıktı
Alıntı: Murat BARDAKÇI

     1683'te Viyana'yı kuşatan ama büyük bir bozguna uğrayıp Belgrad'da idam edilen Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın 300 seneden beri kayıp olan kemikleri Avusturya'nın Linz şehrindeki bir manastırda ortaya çıktı. 
     Avusturya'daki bir manastırın mahzeninde, Türk tarihinin ünlü sadrazamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya ait olduğu iddia edilen kemikler bulundu. Kemikleri ortaya çıkartan Kerstin Tomenendal adındaki Avusturyalı hanım türkolog araştırmasının sonuçlarını Paşa'nın memleketi olan Merzifon'da 9 Haziran günü düzenlenecek olan uluslararası sempozyumda açıklayacak. Böylelikle ‘‘Paşa'nın mezarının nerede olduğu’’ konusunda üç asırdan buyana devam eden tartışma da nihayet bulacak. 
     Türk tarihinin cevabı üç asırdan beri bir türlü bulunamayan bu ‘‘kemik’’ ve ‘‘mezar’’ muammasının hazin bir geçmişi var. 
     Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, 1683 Temmuz'unda Viyana'yı kuşatmış ama iki ay devam eden kuşatma Paşa ve ordusu için tam bir feláketle neticelenmişti. Viyana'nın yardımına gelen ve başında Kral Jean Sobiesky'nin bulunduğu Polonya ordusunun baskınına uğrayan Kara Mustafa Paşa savaş alanını perişan bir halde terkedip Belgrad Kalesi'ne çekilmiş ve zamanın hükümdarı Avcı Mehmed'in emriyle 1683'ün 25 Aralık'ında burada idam edilmişti. Viyana bozgunuyla beraber Osmanlı İmparatorluğu artık çöküş dönemine giriyordu. 
     Kara Mustafa Paşa ile ilgili ‘‘mezar’’ ve ‘‘kemik’’ tartışması da işte bu idamla beraber başladı. 
    Türk tarihçilere göre Paşa ipek bir kuşakla boğularak idam edilmiş, idamdan sonra kesilen kafası içi bal dolu bir keçeye konup İstanbul'a yollanmıştı. Avusturyalılar ise kafanın kesilmediğini, sadece derisinin yüzüldüğünü ve saraya bu derinin yollandığını söylüyorlardı. İddialarına göre Belgrad o tarihten sonra Avusturyalılarla Osmanlılar arasında devamlı olarak el değiştirdiği için Paşa'nın mezarı konusu unutulmuş ama Cizvit tarikatine mensup iki papaz mezarı kazmış ve kafatasını Viyana'ya, zamanın güçlü kardinali Leopold Graf Kollonitsch'e götürmüşlerdi. Kardinal, kesik başı daha sonra Türklerden alınan diğer ganimetlerle beraber bugün müze olarak kullanılan Viyana Siláhhanesi'ne hediye etmişti. 
    Birkaç yıl önce Kara Mustafa Paşa üzerine çalışmaya başlayan Avusturyalı türkolog Kerstin Tomenendal, araştırmasına şimdi ‘‘Viyana Tarih Müzesi’’ olan bu eski siláhhaneden başladı. Paşa'ya ait olduğu iddia edilen kafatası müzede hálá muhafaza ediliyordu. Kayıtlar, Tomenendal'i Viyana'nın kuzeybatısına, Linz şehrinin hemen dışında bulunan Benedict tarikatine ait Kremsmünster Manastırı'na götürdü. Manastırın mahzenlerinde asırlardır duran kaburga kemikleri vardı ve 17. yüzyıldan kalma kayıtlarda kemiklerin ‘‘Viyana'yı kuşatan Büyükvezir Kara Mustafa Paşa'ya ait olduğu’’ yazılıydı.
    Merzifon, önümüzdeki 7 Haziran'dan itibaren beş gün boyunca uluslararası bir sempozyuma evsahipliği edecek: Merzifon Vakfı'nın Kültür Bakanlığı'nın desteğiyle düzenleyeceği ‘‘Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Uluslararası Sempozyumu’’na. Sempozyuma çok sayıda yerli ve yabancı tarihçiyle beraber Kerstin Tomenendal da katılacak ve 9 Haziran günü Kremsmünster Manastırı'ndaki kemikleri konu alan bir tebliğ verecek. Açıklamaları kongreye katılan tarihçiler tarafından kabul görürse, ‘‘Paşa'nın mezarının nerede olduğu’’ konusunda üç asırdan buyana devam eden tartışma da nihayet bulacak. 
     Paris'te bir kilisede 200 küsur seneden beri saklanan ve 1789 ihtilálinin kurbanı küçük kral 17. Louis'ye ait olduğu söylenen kalbe geçen ay DNA testi yapılmış, Fransa'da yer yerinden oynamış ama iki asırlık iddia doğru çıkmıştı: Kalp, küçük krala aitti. O günlerde Paris'teydim, tartışmaları çok yakından takip ettim ve Viyana'daki kafatasıyla kaburga kemiklerinin Kara Mustafa Paşa'ya ait olup olmadığının bugünün teknolojisiyle gayet kolay bir şekilde anlaşılabileceğini hatırlatmak istedim.
 Kellesinden oldu ama Avrupa’ya kahveyi öğretti
     Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana'yı alacağından öylesine emindi ki zaferden sonra yapacağı geçit resmi için Topkapı Sarayı'nın en nadide parçalarını bile yanında götürmüştü. Ani bir bozguna uğrayınca hazinesini savaş meydanında bırakmak zorunda kaldı. Osmanlı ordusu Viyana önlerinde çuvallar dolusu kahve de bırakmıştı ve Avrupa kahveyle bu sayede tanıştı.
     Kara Mustafa Paşa, Osmanlı Devleti'nin sayısı az olan ‘‘Türk’’ sadrazamlarındandı. 1634'te Merzifon'un Marınca köyünde doğdu. Babası sipahi beylerinden Oruç Bey Bağdat seferinde şehid olduğunda Mustafa dört yaşındaydı. İstanbul'a gönderildi, orada çok iyi bir eğitim aldı ve zamanın güçlü adamı Köprülü Mehmed Paşa'ya damat oldu.
     Bir ara ‘‘kapdan-ı deryá’’ olan yani donanmanın başına getirilen Mustafa Paşa'ya daha sonra ‘‘vezir’’ rütbesi verildi, birkaç sene vezirlik ettikten sonra 1676'da 42 yaşındayken sadrazam oldu ve idamına kadar yedi yıl boyunca o makamda kaldı.
     Paşa'nın 1683'ün 14 Temmuz'unda başlattığı Viyana kuşatması iki ay sürdü. Şehri alacağından son derece emin olan Paşa zaferden sonra Viyana'da tarihlerin o güne kadar yazmadıkları zenginlikte bir geçit resmi yapabilmek için İstanbul Sarayı'nın en nadir hazinelerini beraberinde Viyana önlerine kadar getirmişti. Ama şehir bir türlü alınamadı ve Viyana'nın imdadına Polonya Kralı Jean Sobiesky'nin kumandasındaki Polonya ordusu yetişti. Osmanlı birlikleri daha ilk çarpışmada dağılınca Kara Mustafa Paşa yanındaki hazineleri savaş meydanında bırakıp Belgrad'a çekildi. Bıraktıklarının arasında çuvallar dolusu çekilmemiş kahve de vardı ve Avrupa'nın kahveyle tanışması böyle oldu. Zamanın hükümdarı Avcı Mehmed, 15 Aralık günü Paşa'nın idamı için ferman çıkarttı ve emir 10 gün sonra, 25 Aralık'ta Belgrad'da infaz edildi.

Mahalleden Görüntüler

Ticaret Lisesi -  Eski Nimet-i Hürriyet Mektebi


Sarıcapaşa Caddesinden Selimiye Camisine doğru
Sarıcapaşa Caddesinden Selimiye Camisine doğru


















16 Nisan 2013 Salı

İRADE-İ MİLLİYE'DEN, HAKİMİYETİ MİLLİYE'YE

İrade-i Milliye-4 Eylül 1919
                         Hakimiyet-i Milliye-10 Ocak 1920                 

                 
İRADE-İ MİLLİYE'DEN,  HAKİMİYETİ  MİLLİYE'YE 


    Eylül 1919 tarihinde  Sivas Kongresi'nden sonra çıkan "İrade-i Milliye" gazetesinden sonra Mustafa Kemal'in Anadolu'da çıkartığı ikinci gazete Şubat 1920 "Hâkimiyet-i Milliye"dir. Her iki gazetenin de çalışmalarında yer alan Kansu ailesine mensup iki değerli şahsiyeti burada anmak istiyorum. 
     Bu şahsiyetlerden birisi Sivas Kongresinde Mustafa Kemal Atatürk ile beraber olan ve Bitlis Valiliğinden istifa ederek Ulusal Kurtuluş Savaşına katılan "Mazhar Müfit Kansu" bir diğeri de Kurtuluş Savaşının başlaması ile İstanbul'da Darüleytam Gn.Md.lüğünden ayrılarak Anadolu'ya geçen "Nafi Atuf Kansu"dur.
      Mazhar Müfit bey, Sivas Kongresi sonrasında Temsil Heyeti Başkanı Mustafa Kemal Paşa tarafından 14 Eylül 1919 da Sivas ta kurulan gazetenin yazı işleri müdürlüğünü üstlenmiştir. İlk yazıları Mustafa Kemal Paşa tarafından dikte ettirilen gazete bailangıçta haftalık bir süre haftada iki sayı ve daha sonraları da günlük olarak çıkmaya başlamıştır. 1922 yılının sonlarına kadar yayın hayatını sürdüren gazete Ulusal Kurtuluş Savasını açık ve net bir şekilde destekleme konusunda büyük bir görev üstlenmiştir. 
   Nafi Atuf Kansu ise Ankara'da 1920'de yayın hayatına başlayan Hakimiyet-i Milliye gazetesinin günlük olarak yayınlanmaya başladığı 1921 yılının ilk aylarından itibaren gazetede Yazı İşleri Md. olarak kurtuluş basınına hizmet etmiştir.
İrade-i Milliye 9 Şubat 1336 Sayı 34

İrade-i Milliye Gazetesi  (Sivas - Eylül 1919)

(Sn.Hüseyin YILDIRIM'dan alınmıştır.)
     Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketinin yayın organı olan “İrade-i Milliye” Mustafa Kemal’in çalışmaları sonucunda Sivas’ta çıkmıştı. Sivas Valisi Elhaç Ahmet İzzet Paşa tarafından 1878 yılında tesis edilen vilayet matbaası(1) milli mücadele döneminin ilk gazetesi olan İrade-i Milliye’nin basım yeri oluyordu. Basının önemini çok iyi bilen Mustafa Kemal, henüz Sivas Kongresi’nin toplandığı ilk günkü oturumda bu konuyu ele almıştı. İsmail Hami Bey:
"-Efendim, bendeniz hem yakında neşredilecek gazetemizde (İrade-i Milliye) meşgul olacağım"(2) diyordu. Bu konu, diğer günler araya önemli konuların girmesi üzerine böylece kapanmıştı. Nihayet 11 Eylül’de Rauf Bey,:

"-Propaganda için bir gazete çıkarılacaktı. Arkadaşlarımızdan bir heyet bazı evrakımızın neşri ve yazılar yazılmasıyla meşgul olmalıdır, kongre dağıldıktan sonra herkes hususi işleriyle meşgul olur, bunu şimdiden halletmelidir."(3) diyordu.

     Mustafa Kemal’de 11 Eylül’de Sivas Kongresi sona ererken bu önemli silahtan mahrum olunduğunu görüyordu. Kongre azalarından Sivas’ın emektar muallimi Rasim Bey’e başvurarak:

"- Bir gazete çıkaracağım. Mesul müdürlüğünü üzerine alacak itimada şayan biri lâzım."(4)

     Rasim Bey de, derhal araştırmaya başlayarak, öğrencilerinden yirmi iki yaşındaki Selahattin Bey’i bulmuş, güvendiği bu gence teklifini yapmıştı. Selahattin Bey o günleri şöyle anlatmaktadır: "-Atatürk, kendisiyle teması olan zevata Sivas’ta bir gazete çıkarmak kararında olduklarını ve bunun içinde bir münasip kimsenin kendisine tanıtılmasını emretmişler. Hemşehrilerim bu zata beni münasip görerek arz ettiler ve Sivas Kongresi’nin naşiri efkarı olmak üzere bir gazetenin çıkarılması ve imtiyazının adıma alınmasını Büyük Ata bana emrettiler Derhal mahalli hükümete müracaat ettim. İhtidamızı tahkikat bahanesiyle geciktiriyorlardı Nihayet Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin beyannamesinin muamelesi ikmal edilirken bir yandan da bizim imtiyazımızı verdiler.

     Gazetenin ebadı 30X50 santimetre genişliğinde dört sayfadan ibaretti. Başlığı da, elde mevcut harflerin en büyüğü ile dizilmişti.(5)

     Bir klişe yaptırmak mümkün olmadığından 36 punto nesih harflerle “İrade-i Milliye” adı dizilmişti. Gazetenin şekil ve sütunlarının durumu sermürettip Mahmut Efendi tarafından yapılıyordu.6 Sivas Vilayet matbaasında bulunan baskı makinası meşrutiyet döneminde getirilmişti. Anadolu’daki pek çok köhne makina gibi bu da kolla çevriliyordu. Matbaada bu köhne makina yanında iki kasa harf ve iki mürettib vardı. Vilayet matbaa müdürü Abdülkadir yanında, baş mürettip Mahmut ve ikinci mürettip Nadir Efendi’lerden oluşan üç kişinin çalışması sonucu kol dönmüş ilk nüsha çıkmıştı. “ Mustafa Kemal’in yaveri Ruhi Bey, daha mürekkebi yaş gazeteyi alarak, koridorun hemen ötesindeki bir odaya girmişti. Vilayet matbaasının bulunduğu binanın sağı mürettiphane, makine dairesi, solu da, idarehane idi. Başka yer bulunamamış; Sivas Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin merkezi bu idarehanenin bir odasına yerleşmişti Mustafa Kemal de, sık sık buraya gelirdi. İrade-i Milliye’nin ilk nüshasına şöyle bir göz gezdirdiğinde canı da sıkılmamış değildi. Bir prensip kararı vardı: Gazetede imzalı yazı yok. Buna rağmen verdiği direktifle yazılmış yazının altında koca bir imza duruyordu: İsmail Hami."(7)
     “Harekât-ı Milliye’nin Esbabı” adlı yazıyı Mustafa Kemal’den aldığı direktif üzerine yazan, İstanbul delegesi olarak kongreye katılan ve aynı zamanda bir gazeteci olan İsmail Hami idi. 14 Eylül 1919 da dört sayfa halinde çıkan İrade-i Milliye gazetesinin bu ilk sayıda bu yazıdan başka, kongre haberleri, Mustafa Kemal Paşa’nın kongreyi açış nutku, kongrenin Padişah’a çektiği tel, millete hitab eden beyanname, Mustafa Kemal’in Mayıs ayında Havza’dan Padişah’a yolladığı telgraf ve pek çok önemli yazı yer alıyordu.


Atatürk İrade-i Milliye matbaasında

     Gazete, ilk zamanlarda baskı bakımından pek çok sıkıntıya uğramıştı. Bunlar malzeme olduğu kadar, özellikle iki çalışanı olan Mahmut ve Nadir Efendi’lerin korkutulmasıydı. "bu iki çalışkan mürettibi bazı fesatçılar ve bozguncular korkutmuşlar demişler ki :
- "Padişah’a isyan mahiyetinde yazılar ile dolu olan İrade-i Milliye gazetesini çıkaranlarla beraber mürettipleri de ipe çekecekler"
     Bunun üzerine elleri işten soğuyan bu mürettipleri, müdür Abdülkadir ve Selahattin, aydınlatarak durumun böyle olmadığını ve
- "Tuttuğumuz ve takip ettiğimiz bu yoldan başka vatanın kurtuluş yolu yoktur. Eğer vatan kurtulmazsa ne matbaa kalır, ne mürettip Sizler millet yolunda birer kahraman işçilersiniz. Kahramanlar ne menfaat ve ne de korku bilmezler"(8) 


diyerek çalışmalarını temin etmişlerdi. Eğer bu iki mürettip işten çekilseydiler, İrade-i Milliye gazetesinin neşriyatı uzun süre aksayacaktı.

     İlk devrede bin kadar nüsha çıkarılan İrade-i Milliye gazetesine yurdun her tarafından telgraf ve mektuplarla abone talepleri ve tebrikler geldi. Bunun üzerine baskı sayısı gittikçe arttırıldı. Birinci ve ikinci nüshalarda sürüm tahmin edilemeyeceği için ve bir de bir vilayet matbaasında hayli fazla basılması mübalağalı göründüğü için az basılmıştı. Yapılan müracaatlar bunun yetmediğini gösterdiği gibi, günü geçmiş nüshaları yirmi değil, ikiyüz kuruşa dahi arayanlar vardı. Özellikle İstanbul’dan çok isteniyordu. (9)

     Çıkan nüshaların önemli bir kısmı propaganda için her tarafa, Müdafaa-i Hukuk Cemiyet’lerine, belediyelere, diğer cemiyet ve halk birliklerine gönderiliyordu. İşgal altındaki yerlerde uygulanan sansür, gazetenin buralara gitmesini engellediği için nafia başmühendisliği, maarif ve ziraat ve evkaf müdürlükleri gibi resmi damgalı zarflar içine koyarak yollama yolu benimsendi. Çünkü, İstanbul telgrafhanesi almış olduğu emir üzerine Sivas Kongresi’nin şehir postahanesinden yollamaya çalıştığı telgrafları dahi kabul etmiyordu. Onun için şüphe çekmeyecek bir yol düşünülmüş ve bu yol bulunarak vilayetin Nafia, Ziraat ve Baytar dairelerinin mühürlü zarfları içinde Anadolu ihtilalinin lideri Mustafa Kemal Paşa’nın gazetesi istenilen yere gönderilebilmişti.

     O günlerde Sivas Ziraat Çiftlik Mektebi Müdürü olan Süleyman Fahri: 
"-Bir gün Heyet-i Temsiliye, bir tamimle İstanbul’la resmi muhaberesi olan dairelerden ellişer adet başlıklı resmî zarf istedi. Ben de, “Sivas Ziraat Çiftlik Mektebi” başlıklı zarflardan elli tane verdim. Bunların ne olacağını bilmiyordum. Fakat günün birinde İstanbul’daki “Halkalı Ziraat Mektebi Âlisi” müdürü Nazım Bey’den bir mektup aldım. Kendisine gönderdiğim İrade-i Milliye gazetesine teşekkür ediyordu. O zaman bu zarflar ile İstanbul’a İrade-i Milliye gazetesinin gönderildiğini anladım."(10)

     Bu gazetenin bir nüshasını ele geçiren İngiliz’ler Bâb-ı Âli’ye gelerek protesto vermişlerdi. Üstelik kendilerinin Merzifon ve Samsun’u boşaltmalarından sonra Sivas halkının “Kahrolsun İşgal.” diye bağırdığını ve bunu İrade-i Milliye gazetesinin dahi yazdığını belirtmişlerdi. Dahiliye Nazın Damat Şefik Paşada, Sivas Valisi’ne gönderdiği telgrafta “Kahrolsun işgal.” diye bağırıldığını, bu gazetenin yazmasından şikayet ediyor, bu gibi neşriyatın önlenmesini istiyordu.

     Osmanlı devletinin malı ve onun kontrolü altında bulunan, bulunması gereken Sivas Vilayet matbaası bunları dinlemeyerek çalışmalarına devam ediyor, altmışlık mürettip Nadir Efendi kendisine verilen yazılan diziyordu. Yine böyle bir gün tezgah üzerinde duran kağıda iyice eğilmiş, okumuş, bir daha okumuştu:
“— Allah, Allah. Bakalım. Yanlış mı, nedir?” Hemen matbaa müdürü Abdülkadir Bey’i bularak,
“— Baksana şuraya.. “Hain Ferit” mi diyor? Bu, bizim sadrazam Damat Ferit Paşa olmaya?
“— Evet. Sadrazam Damat Ferit için söylüyor.”
     Osmanlı devletinin bir vilayetinde, hem de Vilayet matbaasında Sadrazam için “haindir” diyen bir yazı nasıl dizilirdi? Bunu dizenin başına neler gelmezdi? İhtiyar mürettibin aklı bir türlü bunu almıyordu. Matbaanın genç müdürü onu iknaya çalışmıştı:
“— Bunu Mustafa Kemal Paşa yazdırmış, sen korkma, dizmeye bak.” Nadir Efendi yine de elleri titreyerek yazıyı dizip tamamlayabilmişti.(12)

     İrade-i Milliye, Heyet-i Temsiliye’nin Sivas’ta bulunduğu müddet zarfında 19 sayı kadar çıktı. Bunlarda Ulusal Bağımsızlık Savaşı ile ilgili bilgiler, Mustafa Kemal Paşa’nın bildirileri, Heyet-i Temsiliye’nin kararları ve çeşitli yazılar yer alıyordu. İrade-i Milliye’nin ne olduğu, niçin bağımsızlık savaşına girişildiği, neler yapıldığı, memleketin neden bu duruma düştüğü, şu andaki durum, kamuoyuna bu gazete vasıtası ile duyurulmaktaydı.     Mustafa Kemal, Heyet-i Temsiliye ile birlikte İrade-i Milliye’yi de Ankara’ya götürmek istemişti. Fakat Sivas ileri gelenleri “İrade-i Milliye Sivas’ta intişara başlamakla bu memlekete tarihî bir şeref vermiştir, biz bu yüksek şerefi memleketde ebedileştirmek istiyoruz. Gazetenizi bize bağışlayınız. Aynı maksad uğrunda bu ışığı burada devam ettirelim”13 dediler. Mustafa Kemal de, bu isteğe uyarak gazeteyi Sivas’ta bıraktı.
     Önceleri haftada bir defa çıkan gazete sonraları haftada iki ve daha sonra da günlük olarak çıkmaya başladı. Fakat, Mustafa Kemal’in Ankara’ya hareketinden sonra gazete Mustafa Kemal’in kontrolünden de uzak kaldığı için bazı istek ve yakınmalara neden oldu. İrade-i Milliye hakkındaki yakınmalar kısa sürede Mustafa Kemal’e iletilmişti. Nitekim Niğde’deki II. Fırka Komutanı Mümtaz Bey, 30 Ocak 1920’de Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği şifre telde, Sivas’ta yayınlamakta olan İrade-i Milliye gazetesi adına abone olan kişilerin, abone bedeli olan ikibinaltmış kuruşu 8 Aralık 1919 da Sivas’taki İrade-i Milliye Gazetesi Müdürlüğüne gönderildiğini, ama bu gazetenin kendilerine yollanmadığını, artık bu gazete yönetimine itimadı olmadığını, bu yüzden de abone kaydının başarılı olamayacağını belirtmekteydi. Mustafa Kemal Paşa, Sivas Heyet-i Merkezi'yesine 15 Ocak 1920 de yazdığı bir yazıda İrade-i Milliye Gazetesinin abonelere sürekli gönderilmesi gerektiğini hatırlatmıştı. Mustafa Kemal Ankara’da olmasına rağmen, bu yakınmalarla yakından ilgilenmiş Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın önemli yayın organlarından biri olan İrade-i Milliye’nin her yere ulaşmasını sağlamak amacıyla gerekli girişimlerde bulunmuştu.(14)
     İrade-i Milliye Gazetesi 1922 yılı sonuna kadar üç yıl Sivas’ta çıkmaya devam etti. Yalnız bölücülüğe kayan ve aynı zamanda şahsi çekişmelere giden guruplardan birinin aleti oldu. Ankara’da “Hakimiyet-i Milliye” çıkmaya başlayınca da her geçen gün daha da söndü. İstiklal mahkemesince mahkum edilen Halis Turgut’un, müdür-ü mesul olduğu dönemde iki defa kapatıldı. 1921 yılının Şubat başındaki kapanışı iki buçuk ay devam etti.


"-Nihayet vilayet matbaasında gazetenin basılması imkanı olmadı ve yeni bir matbaa açmağa da malî kudretim müsait olmayınca gazeteyi kapadım. Sonraları memuriyetle taşrada iken matbaanın içindeki mevcut nüshalarla birlikte yandığını esefle öğrendim."(15)

     İrade-i Milliye’nin kapanması ile diğer bir gurubun sözcülüğünü yapmak üzere Gaye-i Milliye gazetesi, 2 Mart 1921 de çıkmaya başladı. Milli Mücadele’nin en buhranlı günlerinde Sivas halkı ikiye ayrılmış ve bu gazetelerde bu ikiliği körükleyici neşriyat yapıyorlardı. Halis Turgut’un idaresi altında olan İrade-i Milliye özellikle Büyük Taarruz’dan altı ay önce bölücü faaliyetlerini şiddetlendirmiş, 1922 ilkbaharındaki belediye seçimlerinde şahsi kavgalara daha da bağlanmıştı. Son nüshasının ne zaman çıktığı ve kapandığı bilinmemektedir. 1922’nin Mart ayında son nüshasının çıktığı tahmin olunuyor.(16)

     Bugün Ankara’da Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde 1-42 sayılar, ayrıca Başbakanlık Basın Yayın Genel Müdürlüğü kitaplığında da 1-42 sayılar bulunmaktadır.(17)

     Sivas İl Kültür Müdürlüğü de, bu gazetelerin günümüz Türkçesine çevrilmesi ve bilim dünyasına kazandırılması konusunda uğraş vermektedir.



 (1) “1973 Sivas İl Yıllığı”, Önder Matbaa, Ankara, 173, ss. 197-198,

 (2)Uluğ İğdemir, “Sivas Kongresi Tutanakları” Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1969, s. 1.

 (3) İğdemir, a.g.e., s. 2.

 (4) Ömer Sami Coşar, “Milli Mücadele Basını”, Gazeteciler Cemiyeti Yayını, No 5 (tarihsiz), s. 113.
 (5) Selahattin Ulusalerk, “Ulus, 14.9.1941”, s. 5.
 (6) Abdülkadir Sansözen, “Ulus, 14.9.1941”, s. 5.
 (7) Coşar, a.g.e., s. 114.
 (8) Ulusalerk, a.g.e., s. 5.
 (9) Sansözen, a.g.e., s. 5
 (10) Mahmut Goloğlu, “Sivas Kongresi”, Başnur Matbaası, Ankara, 1969, s. 254.
 (11) Coşar, a.g.e., s. 115-118.
 (12) Coşar, a.g.e., s. 112-113.
 (13) Sansözen, a.g.e., s. 5.
 (14) Yücel Özkaya, “Milli Mücadele Başlangıcında Basın ve Mustafa Kemal Paşa’nın Basınla İlişkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, cilt 1, sayı 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1984, ss. 903-904; Yücel Özkaya, “Milli Mücadele’de Atatürk ve Basın”, (1919-1921) Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989, ss. 60-61.
 (15) Ulusalerk, a.g.e., s. 5.
 (16) Coşar, a.g.e., s. 118 - Enver Behnan Şapolyo, “Türk Gazetecilik Tarihi ve Her Yönü ile Basın”, Güven Matbaası, Ankara, 1969, s. 192. Halis Turgut daha sonra İzmir Suikasti nedeniyle idam edilmiştir.
 (17) İzzet Öztoprak, “Kurtuluş Savaşında Türk Basını”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları No 230, Ankara, 1981, s. 385





     İrade-i Milliye gazetesinin 1335 ila 1338 yılları arasındaki sayılarından 47 nüshasının tıpkı basımı ve Türkçe'ye tercümesi Sivas Belediyesi tarafından 2010 yılında gerçekleştirilmiş ve kitap haline getirilmiştir. Yazıdaki resimler bu kaynaktan alınmıştır.

Metin A. KANSU




Hakimiyet-i Milliye Gazetesi (Ankara-Ocak 1920)

Hakimiyet-i Milliye Gazetesi

      Hakimiyet-i Milliye gazetesi ilk olarak 10 Ocak 1920'de Mustafa Kemal Atatürk tarafından Ankara'da yayımlanmış bir gazetedir. Adı daha sonra "Ulus" şeklinde değiştirilmiştir. Daha sonra İrade-i Milliye gazetesinde olduğu gibi toplanmıştır. Adının Ulus olma sebebi ise ulusa yönelik bir yayın olmasıydı. Gazetenin başyazarı Falih Rıfkı Atay idi.
              Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, İrade-i Milliye'nin devamı olarak kuruldu. İrade-i Milliye'nin 19. sayısından itibaren yayımlanmaya başlayan Hakimiyet-i Milliye bir süre sonra İrade-i Milliye ile birleştirildi. 
       Genç topluluk tarafından 2004'te yeniden yayımlanmaya başlayan Hâkimiyet-i Milliye'de Atatürk'ün 1920'lerdeki Hâkimiyet-i Milliye'deki yazılarına da yer verilmiştir.
          Heyet-i Temsiliye, Sivas’tan ayrılıp Ankara'ya geldikten sonra, mücadelenin durumu hakkında halkı ve dış dünyayı bilgilendirmek, milli mücadele lehinde propaganda yapmak için Ankara’da yeni bir gazetenin çıkarılmasına karar verdi. Gazetenin adı; Sivas’taki İrade-i Milliye'yi çağrıştırdığı için “Hakimiyet-i Milliye” olarak belirlendi.
            Haftada iki gün ve dört sayfalık olarak çıkarılmaya başlayan gazetenin ilk sayıları, Ankara valiliğinin alt katındaki Vilayet Matbaası’nda basıldı. Vilayet Matbaasının bütün makineleri ve çalışanları Hakimiyet-i Milliye'ye devredilmişti. Gazetenin yazıhanesi Ulus Meydanı'ndaki Veli Han'da bulunuyordu. Gazetenin Mesul Müdürü Recep Zühtü Bey, yazı işleri müdür Nizamettin Nazif idi.
           Yazıların yayınlanması ve dağıtılması ile Heyet-i Temsiliye üyesi Hakkı Behiç Bey ilgilenmekteydi . Mustafa Kemal kendi düşüncelerini Hakkı Behiç’e not ettirmekte; diğer yazıları da tek tek incelemekteydi. Yazıların altına Mustafa Kemal’in imzası konmuyordu; bazı yazıların altına yıldız konmuştur; bu yazıların Mustafa Kemal’in kaleme aldığı veya not ettirdiği yazılar olduğu düşünülür.

          Gazete, başlangıçta 57 x 82 boyutlu kağıdın ikiye katlanışı ile 4 sütun üzerinden hazırlanıyordu10 Ocak 1920 Cumartesi günü gazetenin ilk sayısı yayınlandı. Gazete adının altında “mesleği milletin iradesini hakim kılmaktır” alt başlığı yer alıyordu. İlk sayı, iki yaprak olarak çıkmıştı. Mustafa Kemal’in not ettirdiği başyazı, bütün ilk sayfayı kaplıyordu. Yazıda, Milli Mücadele’nin hedefleri anlatılmıştı. Bursalı hanımların Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti’ne çektikleri işgali protesto eden uzun telgrafı ile Fransızların Maraş’ı işgallerini protesto eden Pazarcık Müftüsü, Belediye Başkanı ve halkın telgrafı da ilk sayıda yer alıyordu.  Gazete, 47. Sayıdan sonra 18 Temmuz 1920’den itibaren haftada üç gün yayımlanmaya başladı. Teknik yetersizlikler yüzünden 6 Eylül 1920 – 30 Ekim 1920 arasında yine haftada iki gün yayınlandı.

           Eskişehir'de Arif Oruç’un çıkardığı Yeni Dünya Gazetesi'ne Çerkeş Ethem olayı'ndan sonra el konulunca dizgi kasaları ve makineleri Hâkimiyet-i Milliye gazetesine devredildi. Yeni matbaa makinasının gelişi ve İstanbul'dan usta mürettiplerin getirilmesinden sonra Hakimiyet-i Milliyet'nin günlük gazete halini alması mümkün oldu. Hazırlıklar için 22 Ocak 1921’de çıkarılan 100. sayıdan sonra yayına iki hafta ara verildi; yeni matbaa Veli Han'ın içinde kuruldu. 6 Şubat 1921'de tek yapraklı ilk günlük gazete yayımlandı. Gazete, Cumartesileri hariç her gün çıkmaya başladı.

         6 Şubat 1921'den itibaren derginin yazı işleri müdürlüğüne sırasıyla Hüseyin Ragıp Baydur, Nafi Atuf Kansu ve Ziya Gevher Etili atandı.
23 Temmuz 1921'de Yunanlılar'ın Sakarya'ya doğru ilerleyişi nedeniyle gazetenin Cumartesi günü olmasınra rağmen çıkması uygun görülmüştü. Küçük boyutlu bir sayı hazırlandı. Gazete, kağıt sıkıntısı nedeniyle 11 Ocak 1922'ye kadar küçük boyutlu olarak yayımlanmaya devam etti.

          2 Eylül 1928'den itibaren gazetenin başlığı Latin harlferi ile, yazılar ise Latin ve Arap harfleri karışık olarak dizildi. Gazete, 1 Kasım 1928'den itibaren tamamen Latin alfabesi ile basıldı.

Yazı Kadrosu

          Kurulduğu günlerde Hakimiyet-i Milliye'nin yazı kadrosu Recep Zühtü, Hüseyin Ragıp, Sabri Ethem Ertem, Ahmet Hakkı, Hamdi Osmanzade, Aşki Naili, İsmail Suphi, Ağaoğlu Ahmet Bey, Nafi Atuf Kansu, Nasuhi Baydar, Ziya Gevher Etili, Mahmut Esat Bozkurt yer alıyordu.
             Ankara’da bulunan aydınlar ve gazeteciler Hakimiyet-i Milliye'ye yazı verdiklerinden yazı kadrosu zenginleşmişti. Hakimiyet-i Milliye'ye katkıda bulunanlar arasında şu isimler yer alır :  Foto muhabiri Ethem Tem, Mehmet Akif, Halide Edip Hanım, Dr. Adnan Bey, Müfide Ferit Hanım, Ahmet Ferit Bey, İsmail Müştak Mayakon, Yakup Kadri, Ruşen Eşref,Hamdullah Suphi Mehmet Emin, İsmail Habip, Celal Nuri İleri, İsmail Hami, Cemal Hüsnü Taray, Hayrettin Taran.
          Gazetenin ilk sayısının 1200-1500 adet basıldığı sanılmaktadır . Zamanla günlük 5000-6000 tirajı olan bir gazete haline gelmiştir
       Gazete, 28 Kasım 1934’ten itibaren Ulus adını aldı; CHP’nin izlediği tek parti politikasının sözcüsü oldu 14-15 Aralık 1953’te Demokrat Parti’nin çıkardığı bir kanun doğrultusunda Cumhuriyet Halk Partisi'nin mallarıyla birlikte Ulus matbaası, binası ve tesisleri de hazineye devredildiğinden gazete kapandı. 10 Haziran 1955’te tekrar yayın hayatına dönebildi (kimi kaynaklarda 14-15 Haziran 1953 ile 10 Haziran 1955 arasında Nihat Erim tarafından çıkarılan “Yeni Ulus” ve “Halkçı” gazeteleri de Ulus’un devamı olarak ele alınır. 1955-1971 arasında Ulus ismi ile yayınına devam etti.
            Gazete, 29 Temmuz 1971’den itibaren Barış adıyla yayınını sürdürdü. Barış, Ankara, İstanbul, Samsun ve Mersin gibi illerde çıkan bir yerel gazete görünümündeydi 1975 yılında 18752. sayıya kadar yayını sürdürdü.


Faydalanılan kaynak: http://tr.wikipedia.org/